“So it goes.”

“So it goes.” Kurt Vonnegut – Slaughterhouse-Five

Kısa bir süre önce fb hesabımı askıya aldım, biriken duygusallıklar, yaşadığım kayıplar ve ülkemdeki ve tüm dünyadaki çığrından çıkmış insanlık. İnsanlığın o her şeyi bildiğini sanan kibrinden uzaklaşmam gerekiyor. Maalesef insan olduğum için bende de fazlasıyla bulunan bu kibirden arınmam lazım.

Neden yola çıktığımı ben de bilmiyorum, bir gün bu sorunun cevabını bulmayı ümid ediyorum sadece. Neden bisiklet olduğunu ise çok iyi biliyorum. Seni beni herkesi diğer tüm taşıtların bağlı olduğu saatlerden, yakıttan kurtaran gerçekten özgürleştiren bir araç. Yürümekten az biraz daha hızlı olmasına rağmen anı yaşamanı sağlayan, etrafı tüm duyu organlarınla keşfetmene izin veren müthiş bir araç.

Neyse buraya bisiklet övmeye gelmedim, az içimi dökeceğim. Fotoğraf yok, sadece itiraflar, endişeler bolca göz yaşı var. Bu ne lan diye çıkışmadan söyleyeyim. Kendi derdim beni aşmış diyenler, yapacak daha iyi şeyleri olanlar buradan sonrasına devam etmesinler.

İçimde dev bir şişlik var, ur gibi bazen karnımda, bazen göğsümün sol yanında ama soyut bi şişlik en az somut kardeşi kadar. Bunun sebebi pişmanlık, affedilemez bi suçun ağırlığı. Dört gün önce, bebeğim, ışığım, küçük prensim ve daha bi sürü sıfatla andığım minik kedimi öldürdüm. Hayır satanist olmadım.

Geçirdiği minik kazada oradan oraya sürüklerken sesime gel, nefes al, benimle kal derken. ‘Buraya kadar acı çekmiş çok fazla şansı yok isterseniz uyutalım’ lafını duyunca uyutmaya karar verdim. Hangi ara bu kadar gaddar olduk demeyeceğim, zaten gaddardık. Şu veya bu sebeple et yemeyi bırakmış bi insan olarak hala nefes alan canlının üzerinde ne gibi bi hakkım vardı da canını alabildim? Neden hastaneye yaralı insanlar geldiğinde ya bunun şansı çok düşük isterseniz uyutalım demiyoruz yakınlarına?

Ülkemde iç savaşın patlak vermesi ile benim içimde iç savaşın patlak vermesi de çok ironik bir tesadüf. Kilit kelimeler sahip ve acı. Bir çok konuda (yoga, atletizm, avcılık, gece görüşü daha sayarım da analadınız) benden üstün olan ama işte dünyayı ele geçirme, para basma, bi takım ekonomik ve politik işlere kalkışmadıklarından ne zaman hayvanların sahibi olduk? Hepimiz bir şekilde acı çekiyoruz içimizdeki ve dışımızdaki yaralardan her gün oluk oluk kanıyoruz da kimse bi yakınımıza yav bunu uyutalım demiyor.

Karşımda kurşundan kurtulmuş, kötü muameleden, kötü beslenmeyi bırak besinsizlikten ölmekten son anda paçayı sıyırmış örnekler varken hem de, bu kadar kolaya kaçmam bendeki en büyük kusur. Kolaya kaçmamın bedelini her sabah bebeğimsiz bir dünyaya gözümü açmakla ödüyorum. Belki ailemden, evimden bu kadar uzakta olmak beni bu kadar etkiledi bilemiyorum, hatta sanmıyorum yani o kadar uzun zamandır uzaktayım ki başka birinin hayatıymış gibi geliyor turdan önceki hayatım. Hepsini geçtim kaza anında asla soğuk kanlı olmamam ve paniklememi ise bilgisizliğimin beni dehşete düşürmesi diye açıklayabilirim. Uzun zamandır ilk yardım dersine girmedim ama bir insan, kendim veya biri yaralansa sanırım bu kadar paniklemezdim (mizantropinin de katkısı vardır eminim). Ama kedim yaralandığında hangi tarafa yatıracağımı bilemedim. İç kanama mı, dış yara mı bilemedim. Çok kan vardı ama bilen biri için anlamayacak kadar değil.

Yolcuğuma piñon ile devam edeceğim diye romantik hayaller kurup, çadıra, bisiklete nasıl uyum sağlayacak diye boş endişelere gark olurken esas mühim meseleyi her zamanki gibi kaçırmıştım. Evet ya ilkyardım. Tüm uzun turcular sigortalı, sigortasız her birimizin canı kuşun kanadında en azından kendimize ne yapacağımızı biliyoruz, bilincimiz açıksa. Hal böyleyken ilk yardımı bilmemem de elimi kolumu bağladı, geriye ancak ağlamak kalıyor.

Tam derdim ne bilemiyorum. Uzun yolculuklar, dışardan eğlenceli gözükür genelde gezmek, yeni yerler tanımak işte şuna buna dikkat çekmek vs gibi amaçları vardır. Bana göre ise hedef çok mühim değildir, yolda olmak halidir mühim olan. Meditatif bi yanı vardır uzun yol bisikletçiliğinin, km odaklanmış testesteron küpü değilsen tabii. Sen bisikletle a noktasından b noktasına giderken, vadiler açılır önünde, kıvrıla kıvrıla dağların öbür yanına geçersin, vardığın yeri önce kokusuyla tanırsın, sonra bitkileri, hayvanları ve en son insanlarıyla. Hal böyleyken bir başka sen içinde a noktasından b noktasına varmaya çalışmaktadır. Ve sen her ikisinin de farkındasındır. Yani en azından benim için böyle. İşte bu noktada tam da kendinle karşılaşırsın, en çıplak haline ayna tutmak gibi. İnsan en çok kendini kandırır, etrafımız binlerce kendimizi kandıracağımız araçlarla dolu. Ama böyle bir yolda insanın kendini kandırması çok zor.

Ötenazi hakkında ‘of bizimde böyle bir hakkımız olsa’ diye düşünürdüm. Seyrettiğim onca House, Grey’s Anathomy ve benzer doktorlu hastaneli filmden aklımda kalan içime işleyen vaz geçmek, fiş çekmek olmamalıydı. Bu kadar zaman, iki kez kaza geçirmeme ikisinde de mucizevi bir şekilde yaşamam bana bi şeyler anlatmalıydı. Oysa kolaya kaçtım. Şimdi başımı taşlara da vursam bi anlamı olmayacak. Şu an ötenazi hakkında fikirlerim inanın çok bambaşka evren kimseyi kimsenin fişini çekmekle sınamasın. O aslında belki de kurtulabilirdi, milyonda bir bile olsa şansı varsa acı da çekse bırakın nefes alsın. Hepimiz şu veya bu şekilde acı çekiyoruz. Belki acı çekebildiğimiz için insan kalıyoruz diyeceğim de işte bu türcülük kokan kibirli bir laf. Vicdanlı kalıyoruz mu uygun onu da bilemedim. Tek bildiğim hayatta kalıyoruz.

Umuyorum kolaya kaçmayan, beni seven ve güvenen bir canlının canını alacak kibirden sıyrılmış birine kendimi dönüştürmeyi başarabilirim.